ÇIKIŞ İÇİN BİR YOL ARAYANLARA

 

Son günlerde sorunlar karşısında ezilenlerin çıkış arayışları yoğunlaşıyor. Hemen hemen her sorunda teorik tartışmalardan sonuçlar üretilmeye çalışılıyor. Bu arayışları gerekli ve saygın bir arayış olduğunu belirtmek isterim. Ancak bu dostlara öncelikli sözümüz ne ararsan kendin de ara sözüdür. Zira doğada her şey kendi ekseninde hareket eder.

Bir yerlerde bir arayış varsa orada çözümlenmesi gereken sorunlar vardır. Bilimsel olarak sorunlar uyumun bozulduğu ortamlarda ortaya çıkar. Her şeyin rahatlıkla kontrol edildiği ve herkesin halinden memnun olduğu bir ilişkide sorunlardan veya uyumsuzluklardan söz edilemez. Kaldı ki; uyumun sağlanması için bütün kesimlerin halinden memnun olması da zorunlu değildir. Memnuniyetsizlerin kontrol altına alındığı ve sindirildiği bir ortam geçici de olsa “uyumlu” bir ortamdır. Bazı kesimler kendilerine biçilen rolden memnun olmadıkları halde, o gün için tepki verecek güç ve yeterlilikte olmayabilirler. Bu kesimler, içlerinde ileriye dönük bir tepkiyi barındırsa da mevcut durumda role dayalı bir uyum sağlanmış demektir. Tartışmadan uzak bir uyuma bizler statü diyoruz.

Statü: Belirli bir kalıba sahip pozisyon demektir. Bu kalıpsal pozisyon içerisinde, egemenler kadar ezilenler de şekillenmiştir. Unutulmamalıdır ki; her sistem, hâkim ve tali yönü ile birlikte vardır. Hakim yön egemenler ise, tali yön ezilenlerdir. Biliniyor ki, egemenlik, her şeyden önce egemenlik altına alınanların inisiyatif ve iradeden düşürülmesi ve egemenler lehine şekillendirilmesidir. O halde egemenlik anlayışı en fazla ezilenlere yansıtılmıştır. Ezilenlerin büyük bir kesimi “kendilerinin bir güç olamayacaklarına yine bu sistemin kendileri için gerekli olduğuna ve başka bir seçeneğin olanaksız olduğuna, hatta çoğu kez kendileri bağımlı oldukları halde kendilerinin egemen olduklarına” inandırılmışlardır.

Her statü, esas olarak ezilenler üzerindeki etkisinden gücünü alır. Bu nedenle emperyalist egemen dünyada yaşanan sorunlardan sadece emperyalizmi sorumlu tutmak özünde çözümü bunlardan beklemeye yol açmaktadır. Bu durum egemenlik altındaki güçleri hiçleştirmektir. Oysa çözüm için öncelikle hedeflenmesi gereken, bizzat egemenlik altında olan ezilenler üzerindeki egemen anlayışın yok edilmesidir. Bu da bize sadece ezenlere karşı mücadele ile yetinilmeyeceğini, daha çok ezilenlerin içinde bulunduğu geri özelliklere karşı yönelmek gerektiğini gösterir.

Daha açık belirtmek gerekirse; değiştirilmeye başlanılması gereken nokta öncelikle kendimizdeki yanlışlardır. “Ağacın kurdu kendi içindedir”. Bu kurt yok edilmeden dışarıyı hedeflemek değişimi önemli oranda engellemektedir. “Kahrolsun Emperyalizm” söylemleri elbette ki doğrudur. Ama emperyalizmi öncelikle kendinde kahretmek esas alınmalıdır.

Emperyalizmi sadece tekelleşmiş sermaye olarak değerlendirip, “İşçide emperyalizm ne gezer ” gibi belirlemeler emperyalizmin en başta ezilenler üzerinde egemen olduğunun inkârıdır. Onca sömürü ve adaletsizliğe rağmen hala sömürüldüğünün, ezildiğinin farkında olmayan veya bu sömürü ve ezilmişlikten kurtulmak için mücadele edenleri düşman gören, beyni, yaşamı kuşatılmış bir işçiyi tüm gerçekliğinden uzak ele alıp allayıp pullayıp değişimin öncüsü ilan etmek akıl kârı değildir.

İşçi sınıfı öncü olmaya ilk sırada aday olan bir sınıftır. Ancak bunun için emperyalist anlayıştan kurtulmuş olması yani en azından kendisi için bir sınıf haline gelmiş olması gerekmektedir. Bunun da ilk adımı egemenleri suçlamaktan çok, işçi sınıfını eleştirmekle başlar İşçinin içine çekildiği yanlışları mahkûm etmeyi, onu kendi gerçekliğine aykırı mikroplardan arındırmayı sağlamak gerekir.

Sorunların çıkış nedeni, sistem içerisinde yer alanların konumlanışlarıdır. Öyleyse sistem içinde var olanların bütün özellikleri ile açığa çıkarılması ve somut gerçeklikleri üzerinden çözümler aranması gerekmektedir. Çürüyüp yıkılmaya yüz tutmuş bir binanın bu duruma geliş nedenini bulmak için bina üzerindeki dış etkilerden önce binayı oluşturan malzemelerin tahlil edilmesi, onarmak veya yeni bir bina yapmak için gereksiz malzemelerin ayıklanması ve malzemelerin gerçekliğine uygun bir yapının inşasını planlayıp yapıma başlanması gerekir. .

Toplumlar, farklılıkların birleşmesinden oluşur. Toplumun niceliksel ve niteliksel özelliklerini belirleyen, toplumu oluşturan varlıkların özellikleridir. Bu durum da, sorunların tespit ve çözümünde başlangıç noktasını, varlıkların açık ve net olarak tanımlanması oluşturur.

Günümüz egemen dünyası, egemenliğini korumak için, kendisini değişime zorlayacak güçleri belirsizleştirmeye, kendi gerçekliklerinden uzaklaştırmaya ve kendisi için bir tehdit olmaktan çıkarmaya çalışmaktadır. Bunda bir hayli başarı da sağlamıştır. Örneğin; egemenler her şeyi temsil ettiklerini, sınıfsal, inançsal, ulusal ayırımların yapay farklılıklar olduğunu, bu tür farlılıkların genel insan topluluğuna zarar verdiğini propaganda etmektedirler. Kimi zaman da, bu farklı kesimlerin temsilcilerini satın alıp kedisine benzeterek toplumu oluşturan farklılıkları gizlemeye çalışırlar. Kendi farklılıklarını gizleyerek diğerlerinden farklı olmadıklarını kanıtlamaya çalışırken, bir yandan da bilgiyi tekellerine alıp çarpıtarak, farklılıkların kendi gerçekliklerine ulaşmalarını engelleyip, farklılıklar arasında ki belirsizliği yaratır.

Yaşanan sorunları aşabilecek alternatif etkin bir gücün oluşturulamamış olması bu durumun önemini daha net açıklamaktadır. Belirsizlik eskiyi koruyan, ihtiyaç duyulan yeninin ortaya çıkarılmasını engelleyen en önemli engeldir.

Her şeyin her an değişim halinde olduğu dünyamızda, değişimin nedeni, mevcut olan olguların gelişmelere ayak uydurup, ihtiyaca cevap olamaması ve eskiyip gereksizleşmesidir. Bir olguyu var eden onu ortaya çıkaran değişen koşulların yarattığı ihtiyaçlara cevap olmasıdır. Karşılığı olmayan hiçbir yeni, kalıcı olamaz.

Eski statükoyu korumaya çalışan egemen güçler, çoğu kez ihtiyaca cevap olacak yeninin oluşumunu engellemek için karşılığı ve maddi temeli olmayan sahte yenilikler geliştirirler. Ancak bu oluşumlar gerçek anlamda ihtiyaca cevap olamadıklarından kısa zamanda gereksizleşirler. Buna en güzel örnek; Günümüz baskı ve sömürü koşullarında, özgürlük, eşitlik ve demokrasi talebinin, sahte kurumlar yaratılarak sahte söylemlerle geçiştirilmeye çalışılmasıdır. Sömürüyü ve baskıyı kaldırmayan bu kurumlar, kısa zamanda aşınırlar. Ancak egemenler açısından kısa da olsa belirli bir dönem geçiştirilmiş olur. Ama yeniye olan ihtiyaç giderilmediğinden, yeniye olan talep daha fazla artar.

Bir olguyu var eden ve onun yeni olmasını sağlayan diğer olgulardan farklılığıdır. Bu farklılığın açık ve net olarak belirlenmesi; olgunun diğer farklılıklara göre kendi öznel durumunu, konumlanışını, gelişimini, diğer olgular üzerindeki etkilerini ve diğer olguların kendisi üzerindeki etkilerini belirlememize ışık tutar.

Var olan her yeni olgu, eski ve farklı olgular arasında kendisine bir yer açmak zorundadır. “Hayat boşluk tanımaz” Bu durum sadece var olana hareketlilik kazandırmakla kalmamakta eski olanları da hareketlendirmektedir. Bu açıdan her yeni eskinin tepkisel hareketi ile karşılaşmaktadır.

Her yeni olgu eskinin bağrından doğar. Örneğin; Eski sistemin bazı uluslara uyguladığı baskı, çoğu zaman bu uluslarda yeni direniş hareketlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu gelişme eskinin içinden çıkan ve eski ilişkileri de değişime zorlayan hareketlendiren yeni olgunun habercisidir.

Her yeni olgu ya başka değişimlerin bir sonucudur, ya da başka değişim ve yeni oluşumların başlangıcıdır. Eskinin çok katı, bağnaz ve değişime kapalı olduğu durumlarda genellikle eski, yeninin engellenmesinde zora başvurur. Buna karşılık yeni de, karşıt bir zora yönelir. Böylece dönüşüm çatışmalı ve sıçramalı gerçekleşir. Katı ve tavizsiz sömürüye dayanan emperyalist egemen dünyamızda esaret altındaki ulusların özgürlük arayışlarını engellemeye dönük baskılar birçok ulusal kurtuluş savaşını doğurmuştur. Bu çatışmaları kendi lehine bulmayan egemen sistem, katı ve şiddete dayanan yöntemlerini terk edip daha liberal ve akılcı yöntemlerle sömürüsünü sürdürmenin arayışına girmiştir.

Nereden bakılırsa bakılsın; yeninin var olması demek, kendi farklılığının diğer farklılıklar tarafından da kabul edilecek derecede açık ve net olarak ortaya koymasını gerektirir. İşte tam da bu noktada varlığın kendisinin önemi karşımıza çıkmaktadır. Evrende kendisini var olarak kabul eden her olgu kendi farklılığını ortaya koymak ve ispatlamak ile karşı karşıyadır.

Toplumsal bilim açısından olaya yaklaştığımızda, her insan diğerlerinden farklılığını ve özelliklerini ortaya koymak belirlemek zorundadır. Birey kendini tanımlamadan kendini var eden olguları çözümlemeden kendi dışındaki olgularla ilişkilerini düzenleyemez. Kuşkusuz “ben buyum” demekle varlığımızı tanımlayamayız. . Böyle bir tanımlama boş ve kuru bir iddiadan başka bir anlam taşımayacaktır. “Benim kim olduğum önemli değil” söylemleri kendinden kaçışı kendini yok saymayı kabul etmek ve daha başlangıçta başkası olmaya aday olmaktır.

Toplumda her birey diğerinden farklı özelliklere sahiptir. Bireyin oluşumunda birçok faktör belirleyici olmaktadır. Birey kalıtım yoluyla kendinden öncenin bir kısım özelliklerini taşıdığı gibi, yaşadığı zaman olaylar doğa, çevre, aile, etnik köken, inanç, sınıfsal, sosyal ilişkiler, psikoloji v. b olgular üzerinde şekillenir. Bu olguların birey üzerindeki değişik etkileri bireyin diğer bireylerden farklılığını şekillendirmektedir. Bireyin belirlenmesinde bu olgulardan sadece birini esas alıp, diğerlerini yok saymak bireyi birey olmaktan çıkarmaktadır. “Ben emekçiyim”, Ben Müslüman’ım, ”Ben Türküm” gibi tanımlamalar. Kişinin birey olarak kendisini belirleyen bütün farklılıklarını unutup, grupsal varlığını kabul etmesidir. Bu durum bireyin özgünlüğünden vazgeçmesini hatta gurup içinde gurubu etkileyen bir faktör olduğunun reddini getirmektedir.

Oysa bireyin grup içerisinde yer almasını sağlayan gurupla ortak yanlarıdır. Birey bu ortak özelliklerinin dışında daha bir çok özellikler de taşımaktadır. Ve hala kendisini var eden diğer olguları açıklamamıştır. Bilindiği gibi her grup farklı özellikler taşıyan bireylerden oluşur aksi durumda gurup olmaz. Kaldı ki, bireyi tanımlayan bu tanımlamalar, ekonomik ve ideolojik öğelerle sınırlandırılamaz. İnsanın mekanik bir varlık olmadığı ve sürekli farklı olgulardan etkilenerek değişim gösterdiği düşünülürse bu tanımlamaların bireyi ne kadar yetersiz tanımladığı ve son tahlilde yanlış olduğu anlaşılacaktır. Örneğin; nasıl bir emekçi? sorusunun cevabının karşılığı emekçinin hangi ulusal, ailesel, inançsal kültürü taşıdığı, yine hangi geçmiş, hangi zaman. hangi çevreden etkilendiğidir. Kişiyi diğerlerinden ayıran farklılıklar açığa çıkarılmadan yapılan eksik tanımlamalar çoğu zaman yanlış hedeflere ve sonuçlara varılmasına neden olmaktadır.

Bir olgunun varolması, öncelikle onun niteliksel özellikleriyle ilgilidir. Nitelik, farklı özellikteki niceliklerin bileşiminin ifadesidir. Bu durum niteliğin sadece aynı özelliklerden değil aynı zamanda farklı özelliklerinde bir bileşeni olduğunu açıklamaktadır.

Bir olguyu tanımlayan ve adlandıran, kendisini var eden öznelliklerindeki hakim olan yöndür. Ancak bu durum varlığın tali yönlerinin göz ardı edilip, bu tali yönlerin, varlığın niteliğinin belirlenmesinde etkili olmadığı ileri sürülemez. “Gerçek detaylarda gizlidir” sözü biraz da bunu ifade etmektedir. Sadece hakim yönlere bakarak varlığı tanımlamak ve tali yönleri hesaba katmamak hakim yön ile tali yön arasındaki çelişkilerin mücadelesinin inkarı olduğu gibi varlığın iç değişim hareketini reddetmek olacaktır. Varlığın tanımlanmasında çoğu kez tali yanın durumu, hakim yan kadar önemlidir. Tali yanın, tali durumda kalmış olmasının nedenleri bize esas yönün oluşumunun ip uçlarını vermektedir. Doğada her şey iç içedir. Diğer bir tanımlamayla sevap ile günah iç içedir.

Var olmak, bu çelişkileri ile birlikte var olmaktır. Var olmanın temelini değişim olarak belirlediğimizde hiçbir varlık diğer varlıklardan kopuk, saf ve katışıksız olamaz. Bir işçinin burjuva yanlarının olması veya bir Müslüman’ın, İslamiyet dışı özelikler göstermesi anlaşılırdır. Her şeyi sadece hakim yönü ile ele almak ve tanımlamak çoğu kez yanıltıcı olmaktadır. “Ezilenler direnirler” veya “işçiler devrimcidir” gibi kalıpçı yaklaşımlar, genelin içinde özneli görmezden gelmektir. Ve çoğu kez yanıltıcı olmaktadır.

Anlatılmak istenen olguların bütün yönleri ile var oldukları, ancak varlığı ortaya çıkaranın, farklı özelliklerden oluşan hakim yönün olduğudur.

Var olmada belirleyici olan nedir? Olguları oluşturan iç etmenler mi? yoksa dış etmenler midir? Çoğu kez iç faktörler belirleyici, dış faktörlerinse etkileyici olduklarını kolaycı bir yaklaşımla cevaplandırabiliriz. Doğal seyrinde oluşmuş tüm olgular için de bu belirlemeyi yapmak kolaydır.

Ancak doğal ve gerekli niceliksel olgunluğa ulaşmamış olguların var olmasında böyle bir belirleme her zaman doğru bir belirleme olmayacaktır. Böylesi durumlarda belirleyici olanın iç faktörler olduğu söylenemez. Sosyalist bir toplumda devrik burjuva sınıfının kendi iç faktörleri ile proletaryaya dönüşmeyeceği, iktidar olan proletaryanın dış müdahalesinin belirleyici olduğu açıktır. Aynı durumu dışa bağımlı kişi ve toplumlarda da tespit etmek mümkündür.

Kendi doğal seyrinde oluşmasına izin verilmeyen bağımlıların varlıklarında çoğu kez belirleyici olan iç çelişkiler olmaktan çok dış çelişkilerdir. Dikkat edilirse dış faktörlerin belirleyiciliğine verilen örnekler olağan dışı ve özgün durumlardır. Olağan ve genel olan olguların oluşmasında, kendi iç çelişkilerinin belirleyici olmalarıdır.

Varolmak konusunda sıkça tartışılan bir konu da ekonominin mi? yoksa ideolojinin mi ? belirleyici olduğudur. Marks ”insanların ne oldukları üretimin maddi şartlarına bağlıdır. ” diyor ve” belirleyici olanın madde olduğu, ideolojinin ise etkileyen olduğunu” söylüyor. . ”

Örneğin; doğa karşısında çaresiz kalan bir kısım hayvanlar gerekli olan üretim araçlarını üretecek zihinsel değişimi göstererek insanlaştılar. Böylece teknoloji insanın nesnel varlığının belirleyicisi olmuştur. Oysa insanın doğa veya diğer insanlarla ilişkileri ve bu ilişkileri algılama ve yorumlama farklılıkları insanların öznelliklerini yaratmıştır.

Buradan şu sonucu çıkarmak mümkündür. Ekonomi var olmada başlangıçtır. Nesnel var olmanın belirleyicisidir. İdeoloji ise öznelliklerin yani türler arası farklılıkların belirleyicisidir. Daha da açımlarsak doğal ve nesnel gerçekliği ekonomi, bunların algılanış biçimini ise ideoloji belirler.

Hiçbir varlık, sadece maddi olarak açıklanamaz. Aynı nesnel özelliklere sahip varlıklar arasındaki farklılık, varlıkların sadece maddi /ekonomik tanımlanmasının eksikliğini göstermektedir. Nitekim Marks ve kendisinin ekonominin belirleyiciliği konusunda çok abartılı olduklarını açıklayan Engels, ”Ekonomi tek neden diğerleri pasif değildir. . ”

( 25. . 11984 Hansstarken-Burya Mektup) diyerek bu konuda düzeltme yapma ihtiyacını hissetmiştir.

Dışa bağımlı geri bıraktırılmış toplumlar, çağın teknolojisine kendi gelişimleri sonucu ulaşmamışlardır. Çoğu kez teknoloji dış ülkelerden getirilmiştir. Böylece gelişmiş bir teknolojiye ulaşan bu toplumlar, ideolojik anlamda geri kalmışlardır. Örneğin; Rönesans döneminde dünyanın döndüğünü ispatlayan Galileo’nun karşısındaki kilisenin tutumu, gelişen teknoloji karşısında geri kalmış kültürün uyumsuzluğunu anlatmaktadır.

Emperyalist işbirlikçilik temelinde ilişkilerin kurulduğu dünyamızda bu durumun tersine sıkça rastlanmaktadır. Gelişmemiş toplumlarda yaygınlaştırılan emperyalist düşünce sistemi toplumda ideolojik bir arayış ve gelişme sağlarken dışa bağımlı ekonominin geri kalmışlığı bilinçli bir şekilde korunmaktadır. Bu durum gelişmiş ideoloji ile geri kalmış ekonomi arasında bunalımlara neden olmaktadır. Özellikle ülkemizde dış kaynaklı ideolojiler dışardan bir kalıp olarak alınıp kabullenildiğinden, ülke gerçekliği ile örtüşmemekte ve giderek marjinalleşip yok olmaktadır.

Bilindiği gibi normal gelişme koşulların da olgunlaşmış kapitalist toplumlarda, kapitalist üretim ilişkileri sosyalist ideolojiyi yaratırken, sosyalist ülkelerde iktidardaki sosyalist ideoloji sosyalist ekonomiyi yaratmaktadır. Bütün bu belirlemeler bize bazen ekonominin bazen da ideolojinin var olmada belirleyiciliğini açıklamaktadır.

Varlıklar arasına kesin sınırlar çizilemez. Doğada her şey iç içedir ve ilişki halindedir. Bu nedenle hiçbir şey saf ve mutlak değildir.

İbn-i Haldun” Bitkilerin en yüksek cinsi, hayvanların aşağı olan cinsine yakındır. Bu aşağı tabakadan türeyerek hayvanın nevi cinsi çoğalmıştır. Ve düşünce sahibi insanın teşekkülüne kadar yükselmiştir. ”

(Mukkadime (S. . 243)

Her varlık bir değişimin soncu olarak ortaya çıkar. Bu durum her varlığın kendi zıddını da içinde taşıdığının kanıtıdır ve her şey kendi zıddına dönüşebilir. Diyalektik materyalist görüşün temeli olan “Zıtların birliği ve mücadelesi” her şeyin kendi zıddını da bağrında taşıdığını göstermektedir. Bu durum bize varlıkların saf ve yalın olmadığını “tez, antitez, sentez” biçiminde birleşim olduğunu açıklamaktadır. Varlıkların ayrı bir varlık olarak tanımlanması, bu varlıkların diğer varlıklardan kopuk olduğunu getirmez.

Var olmanın temelinde, uyumsuzluk ve dengesizlik yatar. Uyum, arz ve taleplerin bir birini karşılamasıdır. İhtiyaçların karşılandığı durumlarda yeninin oluşma koşulları yoktur. Doğadaki dengesiz gelişme yasası ve buna bağlı olarak çelişkinin evrenselliği, doğadaki uyumu ve dengesizliği geliştirir. Çelişkiler arasındaki mücadele yeni bir momentte uyumu sağlamaya dönüktür.

Marx “Denge noktası görelidir. Çatışmalar dengeye doğru gelişir. ” Belirlemesini yaparken, yeninin ortaya çıkış nedeninin bozulan dengenin var olan yeni ile yeniden kurulmasını belirtmektedir. Ancak her şeyin sürekli bir değişim içinde olması her an dengenin bozulmasını getirmektedir. Bu durum dengenin geçici ve göreceli olduğunu göstermektedir. Dengeyi var eden varlıklar, yarattıkları uyumu ve statükoyu sürekli korumak isterler. Bunun için yeniye karşı sürekli engelleyicidirler. Anlaşılacağı üzere yeni eskinin uyumsuzluğunun bir ürünüdür.

Var olan her şey varlığını korumak ve geliştirmek ister. Bu amaca ulaşmak için kendini tanıması ve gerçek taleplerini belirlemesi gerekir. İhtiyaçlar, var olanın kendi yapısından kaynaklanır. Bu açıdan kendini tanıma, kendi gerçekliği ile buluşma hayati bir önemdedir.

Kendini tanıma sanıldığı kadar kolay değildir. Daha önce de açıkladığımız gibi farklı ve egemen güçler, kendi karşıtlarının kendi gerçekliklerini bulmalarını engellemeye çalışır. Egemen güçler bilgiyi kendi tekelinde saklar. Yanlış bilgilendirmelerle yanlış yönlendirir. Varlık, kendisi adına kendi olmayan tanımlar yapabilir ve belirlediği bu tanıma uygun yanlış taleplere yönelebilir. Egemen ideoloji varlığı yanlış tanımlamalara yönlendirmek için yoğun bir eğitime ve propagandaya baş vurur. Hatta varlık, bu engellemeler sonucunda gerçek özelliklerini dahi kaybederek farklı bir varlığa veya eskinin devamına dönüşebilir.

Yanlış bilgilenmelere dayanan yanlış tanımlamalar, hayatın gerçekliği ile bağdaşmadığı için bunalımlara neden olabilir. Kişi umutsuzluklara kapılır. Kişi kendisini doğru tanımladığından emin olduğu için yanlışları başkalarında arar. Yanlışlardan başkalarını sorumlu tutar. Kendisini yanlış talepler için bilinçsiz bir çatışmanın içinde bulur.

“Gerçek, kendinden başlar” Ormanı oluşturan ağaçlardır. Bu ağaçları tanımlamadan ormanı tanımlamak mümkün değildir. Bütünü oluşturan parçalardır. Bir melodiye ahengini veren notaların özelliğidir.

“Ben kimim?” sorusu, sorun olarak gördüklerimizi çözümlemenin anahtarıdır. Çünkü kendimiz için sorun gördüklerimiz, başkaları için gelişmenin kaynağı olabilir. Ben kimim? Beni var eden koşullar nelerdir? Hangi özelliklere sahibim? Ne kadar güçlüyüm, güçsüzlüklerim nelerdir? Toplumdaki konumum nedir? Nerede durmaktayım? Buraya nereden geldim? Hangi olaylardan ve geçmişten etkilendim? Vb. soruların yanıtları, kişinin kendi geçekliğine ulaşmasını, kendisi olmayı sağlar. Kişi kendisini tanıdıkça kendi gerçek taleplerini tespit edip, çözümüne yönelebilecektir.

Bireyin özelliklerini belirleyen bu özellikler tespit edildikten sonra, bireyi etkileyen çevrenin, toplumun özellikleri ele alınmalı ve etkileri çözümlenirken, bireyin toplumsal çevreyi ne şekilde ve ne kadar etkilediği açığa çıkarılmalıdır.

Gerçekleri açığa çıkarmada olaylara nasıl baktığımız kadar nereden baktığımız da önemlidir. Bilindiği gibi insanın nereye nasıl gideceği bulunduğu yerle ilgilidir. Durduğu yeri bilmeyen bir insanın hangi yöne gideceğini bilmesi imkansızdır. İhtiyaçların, amacı yönlendirdiği gerçeğinden hareketle, amaca ulaşmada gidilecek yönü belirleyen, varlığın duruş noktasıdır.

Sorunların çözümü için yönün belirlenmesi elbette ki yeterli değildir. Sorunların çözümü önündeki engellerin belirlenmesi, bu engelleri aşma gücünün olup olmadığı eğer kendi gücümüz yetmiyorsa kimlerle dayanışma ve ittifak içine girilecek, hangi araçların gerektiği, bu araçları kullanacak yeterlilikte eğitimli gücün hazırlanması, çözüm için gerekli süre içerisinde yaşanabilecek olası değişikliklerin ön görülüp tedbirlerin geliştirilmesi gereklidir.

Sorunların her gün biraz daha derinleştiği dünyamızda, çözüme giden yol kendimizden geçer. Kendi gerçekliğimiz ekseninde toplumun, doğanın ve çevrenin sorunlarının çözümüne ulaşmanın mümkün olabileceği açıktır. Kolaycı bir yaklaşımla “ben buyum” diyerek “kurtarıcı” rolüne soyunmak var olan sorunlara kendimizi de ilave etmekten başka bir anlam taşımamaktadır.

Bir maddeyi oluşturan onun molekülleridir. Su, iki hidrojen bir oksijenden oluşmuştur. İki farklı maddenin, farklı miktarlarda buluşması bize başka bir maddenin oluşumunu vermektedir. Doğadaki her şey birbiriyle ilişkidedir. İradi veya iradi olmayan bu ilişkiler, bütünün oluşumunu sağlar.

İnsanlar açısından durum daha fazla bir önem taşır. Çünkü insanın insanlaşması, doğa karşısında üretim araçlarını üretmesi ile başlamıştır. Üretim ilişkilerinin belirli bir aşamasında ve üretim ilişkilerinin insan ilişkilerini belirlemesi ile toplumsal birliktelikler doğmuştur.

Marx bu durumu şöyle açıklamaktadır. “İnsanlar aralarında belirli, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üst yapının üzerinde yükseldiği somut temeli teşkil eder (bu ideolojik şekillenmedir). Maddi yaşamın üretim tarzı, toplumsal, siyasal ve genel olarak entelektüel yaşam sürecini şartlandırır. ( Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ön söz. . (sayfa 23. . )

Açıklamaların da gösterdiği gibi, birey ihtiyaçlar karşısında, koşullarında zorlamasıyla belirli birlikteliklere yönelir. Bu durum toplumların oluşmasına neden olur. Hele bir de farklılığını üretim araçlarını kullanmada bulan insan, kendi iradesi dışında da toplumsallaşan bir varlık olma özelliklerine sahiptir.

Toplumların oluşmasında belirleyici olan bireyler arası ilişkilerdir. Bireylerin değişmesi kuşkusuz toplumların da değişimini getirmektedir. Sosyoloji biliminde toplumsal sistem; bir arada bulunan ve birbirlerini etkileyen aktör (birey)lerden oluşur. Bu aktörlerden birinin değişimi diğer öğeleri de etkiler, tüm toplumu hareketlendirir ve değişimine neden olur.

Her bütünün oluşumu parçaların birleşimine bağlıdır. Bütüne özelliğini veren parçaların öznelliğidir. Bilindiği gibi ilk insan toplumunun oluşumu, klan ilişkilerine dayanır. Ve ilk birliktelik ailedir. Ailenin oluşması için anne, baba ve çocukların olması gerekmektedir. Toplumun oluşumu bireyden başlar ve toplumu nesnel olarak ortaya çıkaran bireylerdir.

Her toplum, başkalarıyla ilişki demektir. Doğal ilişki, ilişkide bulunanların karşılıklı ihtiyaçları doğrultusunda oluşur. Bu durum toplum içindeki bireyin, kendi dışındaki bireylerin ihtiyaçlarını da gözetmesini getirir. Böylece toplum, toplum içindeki bireyi etkilemeye ve yönlendirmeye başlar. Artık parça bütünün içinde şekillenmeye başlar. Parçanın ihtiyaçları toplumun ihtiyaçları ile bütünleşir, toplumsal çıkarlar belirleyici olur.

Bireyin toplumla bütünleşmesi, bireyin birey olma özelliklerinin ortadan kalkması demek değildir. Birey farklı özellikleri ve farklı ihtiyaçları olan ayrı bir varlık olmaya devam etmektedir. Çoğu kez bu durum yanlış değerlendirilmekte, toplum içindeki bireyin topluma dönüşüp ortadan kalktığı gibi bir yanılsama içine girilmektedir. Bu durum toplumsal çıkarlar adına bireyin feda edilmesini getirmektedir. Yaşanmış reel sosyalizmin en önemli yanlışının bu olduğunu belirtirsek hiçte yanlış olmayacaktır. Oysa sosyalizmde her şey insan içindir.

“Sosyalizmde asıl olan bireydir. Hiçbir şey bireyin üzerinde olamaz. (Jean Jaures , Demokrasi, Barış, Sosyalizm. . (sf. 9)

Görüldüğü gibi, sosyalizmin amacı, insanı daha iyi koşullarda yaşatmadır. Toplum, örgüt, devlet, bunun için sadece bir araçtır.

Günümüz çoğu “sosyalist” örgütlerin de temel açmazı, örgütün esas alınıp bireyin yok sayılmasıdır. Bu yaklaşım, örgütlerde özgür bireyin gelişmesini engellerken, dar gurupçuluğu geliştirmektedir. İnsanın / bireyin gelişmesi gerekirken örgütün gelişmesi, reel sosyalizmde ise devletin gelişip büyümesine yol açmaktadır. Küçülmesi ve sönmesi gereken devlet her gün biraz daha büyümüştür.

Bireyin gurup içerisindeki varlığının görmezden gelinmesi gurupların değişme dinamizmini ortadan kaldırmaktadır. Çünkü her bütün, parçalarının gelişmesi ile değişir ve gelişir. Hücreleri gelişmeyen bir vücudun gelişmesi mümkün değildir. Hücreleri köreltilmiş bir şeyin gelişmesi durur, dinamizmi yok olur, monotonlaşır ve çürür. Sosyalizmin ağır yenilgiler yaşamasının kanımca en önemli nedeni gelişen koşullara uygun, diyalektik olarak kendisini yenileyememesi ve durağanlaşmasıdır.

Kapitalizm de ise birey oldukça abartılmakta hatta toplumsal bir varlık olduğu gözlerden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Bu durum bireyi yalnızlaştırmakta, bireyci duyguları beslemektedir. Yalnızlaşan birey, sorunlar ve ihtiyaçları karşısında yetersiz kalmakta, bunalımlara sürüklenmekte ve insani özelliklerini yitirmektedir.

Toplumu yaratan ve toplumdan etkilenen birey, toplum içinde her geçen gün yeniden şekillenir. İnsan toplumsal bir varlıktır. İnsanlar arasında ilişkinin yani üretim ilişkilerinin olmadığı ortamlarda memeli hayvanlardan söz edilebilir. Ancak insandan söz edilemez.

Her yeni olgu, içinde bulunduğu ortamın izlerini taşır. Üretim ilişkilerinin nesnel olarak şekillendirdiği toplum, bireyin de nesnel şekillenmesinin mimarıdır. Ancak bu nesnel gerçeği algılama farklılığı bireye özgünlük kazandırır. Kapitalist sistemde toplum, kapitalizmin özeliklerini, değer yargılarını, etnitesini, inançlarını, yaşam tarzını bireye taşır. Birey bu olguları toplumsal konumuna uygun olarak yorumlar. Bu noktada çelişki ve çatışmalar yoğunlaşır, birey ya topluma uyum sağlar veya toplumu değiştirme mücadelesine yönelir.

İnsan toplumla birlikte insanlaşır. Bireyin ihtiyaçlarına dönük ilişki arayışı toplumsal ilişkilerin şekillenmesini, kurallaşmasını sağlar. Bu ilişki kuralları, giderek bireyin hatta toplumun ihtiyaçlarının karşılanmasını amaç olmaktan çıkarır. Bunun yerine kuralların korunmasını koyar.

Görüldüğü gibi toplumsal ilişki bireylerin ihtiyacından doğduğu halde giderek bireylerin ve bireylerin oluşturduğu toplumun üzerinde yönetsel bir belirleyen haline gelir. İlişki kuralları toplumdan doğar ancak süreç içerisinde topluma yabancılaşır yönetsel bir güç yani devlet olarak toplumun üzerinde, topluma hükmeder.

Bireyi şekillendiren toplum kadar, toplumunda üzerinde yer alan kurallar veya devlettir. Toplumun örgütlenme biçimi olan devletin niteliği bireyin şekillenmesinde toplum kadar etkilidir. Örneğin; katı merkezi kurallara göre örgütlenmiş bir devlet, bireyde bağımlılık, inisiyatifsizlik, veya çatışmacı, tepkici özellikler kazandırır. Demokratik bir devlet ise katılımcılık, hoşgörü ve diyalogu geliştirir.

İnsanlığın amacı elbette ki kuralların hakimiyetine son vermek ve insanı yeniden özgürleştirmek ve iktidarlaştırmaktır. Bu amaçla insanın güçlendirilmesi hedeflenirken kuralların zayıflatılması ve giderek tüketilmesine gidilir.

Marx, sosyalist devletin “devletin sönmesini getiren yarı devlet” olduğunu açıklamaktadır. Oysa reel sosyalist devletin sürekli büyütüldüğünü, birey haklarının küçüldüğünü gördük. Nitekim bu yanlışlık sosyalist devletin yerini, bürokratik kapitalist devlete bırakmasına neden oldu.

Bu günde sosyalizm iddiası olan bir çok hareket ve partide, değişmeyen ve başka ülkelerden alınmış ilkesel kalıplar, gurup içerisinde bireyi tüketen anlayışlar büyük oranda devam etmektedir.

Kuşkusuz tartışılan konu toplum içinde bireyin konumudur. Toplumsal ilişki, uyulması gereken kurallara ihtiyaç duyar. Bu kurallar bireyin özgürleşmesini engelleyecek şekilde olmamalıdır. İnsan toplum dışında yaşayamaz. O halde insan kuralsız veya bu kuralların uygulanmasını sağlayan otoritesiz de yaşayamaz. İnsanlık tarihi ve tarihsel iş bölümü toplumu farklı sınıflara ayırıp farklı kültür ve farklı otorite anlayışlarına yöneltmiştir.

Üretimin kolektivitesinin yanında, mülkiyetin özelliği, otoritenin belli ellerde toplanmasına neden olmuştur. Böylece farklı kesimler arasında otorite olma mücadelesi derinleşmiştir. Uyumu sağlamak için oluşturulmuş otorite, başlı başına elde edilmesi gereken soyut mülkiyete dönüşmüş ve uyumsuzluğun nedeni olmuştur.

Böylesine uzlaşmaz çıkar çelişkilerinin olduğu toplumlarda toplumsal bütünlüğün korunması elbette ki kuralları gerekli kılar. Ancak çelişkilerin uzlaşır hale geldiği hatta toplum içinde yaşamsal farklılığın büyük oranda kaldırıldığı toplumlarda otorite ihtiyaç olmaktan çıkacaktır. Oysa şiddetli çatışmalara neden olan bu çelişkiler dünyasında otoriteye ihtiyacın olmadığını veya kurallara gerek olmadığını söylemek anarşizmden başka bir şey değildir. Kuralların gerekliliği açıkken önemli olanın bu kural ve otoritenin toplumu oluşturan farklılıkların haklarını eşit olarak gözetip gözetmediğidir. Bu kuralların, birey ve azınlık haklarını güvenceye alıp almamasıdır.

Toplum ve birey ilişkisi tarihsel süreç içerisinde çok değişik tartışmalara neden olmuştur. Özellikle kapitalizmin üretimin toplumsallığı ve özel mülkiyet esası, bireyi mutlaklaştıran ve kalkınmada bireyin rolünü abartan tutumu insanlık tarihinin büyük oranda çarpıtılmasını getirmiş ve tarihi bireysel kahramanların belirlediği tezinden hareketle toplumlar tarihi gözlerden kaçırılmaya çalışılmıştır. Tarih “Cengiz Han’ların, Fatih Sultan Mehmet’lerin, Sezar’ların, Büyük İskender’lerin zafer ve yenilgilerine indirgenmiştir. Böylece toplumun tarihi rolü gözlerden kaçırılmaya çalışılmıştır.

Toplum ve lider ilişkisi mutlaka doğru açımlanmalıdır. Bu konuda yapılan yanlış yorumlamalar, bir çok soruna kaynaklık etmektedir. Liderin rolünü aşırı abartma kitleleri edilgen konuma düşürürken, lideri kutsallaştırmakta, putlaştırmakta veya tek otorite, diktatör yapmaktadır. Oysa Plekhanov “Lider yalnızca tarihsel bir gereksinimin ve zorunluluğun aracıdır. Bu zorunluluk gerektiğinde kendi aracını yaratır. ” Diyerek liderin toplumsal gelişme seyri içerisinde ihtiyaçtan çıktığını açıklamaktadır.

Doğanın dengesiz gelişme yasası gereği hiçbir şey aynı anda ve oranda gelişmez. Bu durum toplum içerisinde bazı bireylerin öne çıkmasını doğurur.

Katı ve değişmeye kapalı toplumlarda, toplumun gelişmesi şiddet ve zor ile engellenmeye çalışılır. Bu durumda toplumsal gelişme tamamlandığı halde, eskiyi aşmada zorlanabilir. Bu durum da öncü ve kahraman kişiliklerin toplumun ihtiyacını duyduğu değişimi sağlamak üzere ortaya çıkması öncünün rolünü açıklamaktadır. . Örneğin; Mustafa Kemal, zor koşullarda toplumun içinden çıkmış bir liderdir. Bazen öyle durumlar olur ki, öncü toplumdan daha fazla önem kazanır, değişimde esas belirleyici güç haline gelebilir.

Max Weber “Toplumsal bünye meşruluğunu kaybettiği zaman karizmatik bir lider çıkar eski toplumsal bünyenin üzerinden bir düzen kurar. ”( Aktaran Emre Kongar. . Toplumsal Değişme Kuralları ve Türkiye Gerçeği (sf. . 98)) Genellikle öncü, toplumun içinden çıktığı gibi bazı durumlarda öncü kendi toplumunu da yaratabilir. ) Örneğin; Hz. Muhammed (S. A) kendi toplumlunu kendisi yaratmış bir liderdir. Çünkü liderlik edeceği bir toplum bulunmazken kendi toplumlarını yaratmışlardır.

Tarihi sadece toplumsal mücadelelerden ibaret kabul etmek bazen gerçeklikle örtüşmeye bilir. Öyle öznel durumlar oluşabilir ki, toplumun var ettiği liderin, toplumun beklentilerinden vazgeçmesi veya yanlış değerlendirmesi durumlarında liderin sorumluluklarını yerine getirmemesi, topluma hak etmediği yenilgiler yaşatabilir. Bu durumda toplumsal şekillenmede liderin tavrı belirleyici olabilir. Örneğin; Nazi Almanya’sında Hitler, bu önderliklere örnek olarak verilebilir. Özellikle gelişmelerin yukardan gerçekleştirildiği toplumlarda liderlerin yetki ve sorumlulukları çok daha fazla olduğundan liderlerin başarı ve yenilgileri toplumu derinden etkiler ve yönlendirir.

Liderlerin rolünün küçümsenmesi ve bütün gelişme süreçlerinde toplumun belirleyici olduğunu ileri sürmek, yani toplumun kendi kendisini yenilemesini beklemek, topluma iradi müdahaleyi yok saymak ve toplumun peşine takılmayı getirir. Bu durum devrimleri reddetmeyi getirdiği gibi diyalektiğin sıçramalı değişiminin de inkarı olacaktır.

Önceki açıklamalarımızda da belirttiğimiz gibi, toplumsal değişim, uyumun bozulduğu durumlarda oluşur. Değişimi başlatanlar normlara uymayan, uyumsuz anormal bireylerdir. Örneğin;Galile “Dünyanın döndüğünü” açıklarken dönemin yasalarına, toplumun geleneksel yapısına uymamış, normal olmayan bir çıkış yapmıştır. Bu durum uyumlu toplum tarafından giyotinle cezalandırılacak kadar deli saçması olarak bulunmuştur.

Sosyolog Emre Kongar, haklı olarak “toplumsal uyumdan sapmalar, değişimi yaratır. Anormal uyumsuzlar değişimin nedeni ve öncüleridir” (Toplumsal Değişme Kuralları ve Türkiye( (SF. 83)belirlemesini yapmaktadır.

Toplum dinamik bir birlikteliktir. Toplum içi farklı çelişkiler, farklılıkların gelişim farklılıkları toplum içinde ileride veya geride kalan kesimleri yaratır.

Her toplum kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir evrimleşme içerisindedir. Bu evrimleşme gerek iç gerekse dış olguların etkisi ile hızlı veya yavaş olabildiği gibi bazen duraklayabilir. Bazen de geriye savrulmalar olabilmektedir. Gelişme tek düze ve sadece ileriye doğru değildir. Değişimi sıçramalı ve devrimci kılan öncülerdir. Bu durum, diyalektik ile devrimci diyalektik arasındaki temel ayraçtır. Marksist diyalektiği tanımlayan da bu sıçramalı gelişme tespitidir. O halde öncünün rolü, bazı durumlarda belirleyici olabilmektedir.

Öncü, birey olabildiği gibi, bir gurup, bir parti, bir devlet de olabilir. Liderden söz ederken toplumun içindeki seçkinlerden söz edilmektedir. Örneğin; sosyalizm, öncü olarak partiden söz etmektedir ve bunun “ kurmay heyet “niteliğindeki profesyonel kadrolardan (seçkinlerden) oluşması gerektiğini açıklamaktadır. Faşizm, öncü olarak karizmatik liderleri gerekli görmektedir. “Führer”, “Başbuğ” vb. Anlaşılacağı üzere toplumsal değişimde liderlerin rolü küçümsenemez.

Toplumda her kesimin öncü fikirlerini taşıyan aydınlardır. Aydınlar da toplum içinde bilinç birikimi açısından üstün olan seçkinlerdir. Aydınlar değişimin ideolojik öncülüğünü yaparken, üretim ilişkileri içerisindeki konumlarına uygun olarak toplumsal dönüşüm mücadelesinin pratiğinde geri kalabilirler. Üretimden kopuk olan aydınlar, ekonomik gelişmeye ayak uyduramazlar. Bu durumda öncülüğü, yeni üretim ilişkilerini yaratacak güçlere kaptırırlar.

Birey – toplum ilişkisinde toplumsal değişim, parça – bütün ilişkileri iç içe bir konum arz eder. Bütünü esas alıp parçayı unutmak veya parçanın önemini abartıp bütünü unutmak her halükarda bizi yanlış sonuçlara götürür.

Günümüzde kendisini “demokrat”, “sosyalist” gibi adlarla nitelendiren bir çok kesim, bireyin değişimdeki rolünü belirlemenin, kapitalist yaklaşım olduğunu ileri sürmesi ve buna uygun olarak da, “Halkçılık” gibi söylemlerle her şeyi toplumun onayına sunması, iradi önderlikten uzaklaşmaya ve demokrasicilik hatasına düşülerek durağanlığın yaşanmasına neden olmaktadır.

Var olma, kendini tanıma ve özgür birey olarak toplumun dinamik bir ferdi olma, ihtiyaçların karşılanmasında ve sorunların çözümlenmesinde hayati önemdedir. Birey toplum ilişkisinin doğru çözümlenmesi, sorunları aşma iddiası olan her kesin üzerinde kafa yorması gereken temel bir konudur. Çünkü; gerek bireyin tek başına her sorunun çözüm gücü olduğunu ileri sürüp toplumu silikleştirenler, gerekse toplumun rolünü abartıp bireyi nötrleştirenler, sorunların karşısında başarısız kalmışlardır.

Gelişimin eşitsiz ve dengesiz olduğu dünyamızda hiçbir toplum aynı gelişme çizgisini izleyemez. Bütün toplumların aynı tecrübelerden geçerek gelişeceği gibi bir kalıp genelleştirilemez. Örneğin; insanlık tarihinin, ilkel, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplum biçimlerini yaşadıkları doğru olmakla birlikte bu toplum biçimleri arasında kesin çizgiler çizmek olanaksızdır. Yine her toplumun istisnasız bu aşamalardan geçeceği gibi bir genelleme, toplumların öznelliğini ortadan kaldırmaktadır. Nitekim “Asya tipi üretim” olgusunun belirlenmesi bu sıralamanın statik olarak ele alınmasının doğru olmadığını göstermektedir. Her toplumu, böylesine bir gelişme çizgisini izlemeye zorlama, gerçekçi olmayan bir zorlama olmakta ve toplumsal bunalımlara neden olmaktadır.

Amerika’nın keşfinde, ilkel ve köleci toplum özelliklerini yaşayan yerlilerin, feodal dönemi yaşamadan direkt olarak kapitalist topluma geçebilmesi bize bütün toplumların ayni toplumsal gelişme tecrübelerini yaşamalarının gerekmediğini göstermektedir. Yine aynı dönemin toplumlarının aynı özellikler göstereceklerini kalıplaştırmak ta doğru değildir. Kuşkusuz üretim ilişkilerinin aynı olması benzerliklerin olabileceğini ortaya koyarken, farklı olguların, farklı geçmişin, bu toplumlar üzerinde farklı biçimlenmeler getireceğini de kabullenmek gerekir.

Toplumsal gelişmeye mekanik yaklaşım, bütün toplumları tanımak için de aynı mekanik ölçütleri kullanmayı doğurmuştur. Ülkemizde sol olarak adlandırılan kesimde, bu yaklaşım hemen sırıtmaktadır. Düşünme sistematiği çoğu kez aynen şöyledir. ” Bütün toplumlar aynı aşamalardan geçer. Ve aynı aşamadaki toplumların özellikleri aynıdır. Feodalizmin özellikleri şunlar, kapitalizmin özellikleri şunlardır. O halde bizdeki yapı kalıp olarak hangisine uyuyorsa biz o toplum biçimindeyiz. ” Tabi ki bu kolaycı ve mekanik ölçme biçimi bir yandan diğer ülkelerdeki yapılanmayı aynen taklit etmeyi getirirken diğer yandan kendi toplumumuzun öznel farklılıklarını gözetmediği için toplumsal gerçeklikten uzaklaşmayı getirmektedir.

Ülkemiz solunun değerlendirme kriterleri de mekanik verilerden oluşmaktadır. Bu kriterler genellikle şunlardır. Ülkenin ekonomik yapısı, ulusal sorun, emperyalizm, örgütlenme, faşizm, tahlilleri vb. Bu verilerle ancak ruhsuz değişimi durmuş cansız ve somut bir varlık tanımlanabilir, Çünkü toplum canlı ve girift ilişkiler yumağıdır. Toplumu bir birinden kopuk ve parçalar halinde irdelenmesi eklektik tanımlamaların yapılmasına neden olmaktadır.

Bu verilerden her birini ele aldığımızda da tanımlama için hiç de uygun olmadıklarını görmekteyiz. Örneğin; Faşizm tahlilini ele alalım, faşizm;”finans kapitalin en gerici en şoven kesimlerinin kanlı diktatörlüğüdür. ”( Dimitrof, Faşizme Karşı Birleşik Cephe) Ülkemizi bu tanım üzerinde ölçmeye kalktığımızda ülkemizde finans kapitalin yeni, yeni bir güç olmaya başladığını görüyoruz. İktidardaki sivil ve askeri bürokrasinin yanında çok küçük bir oranda yer aldıklarını ve bu iktidardan şikayetçi olduklarını görüyoruz. Dünya çapında en fazla hak ihlallerini yapıldığı, şiddetin en yoğun uygulandığı her tarafın kana bulandığı, ırkçılığın başka ulusları inkara varacak boyutlara ulaştığı ülkemizi bu tanımlama ile ölçmeye kalkarsak asla faşizmin olmayacağını söylememiz gerekir.

Anlaşılacağı gibi kalıpçı tanımlara dayanan verilerle toplumları ölçmeye kalkmak sağlıklı sonuçlara ulaşmamızı engellemektedir. Söz konusu tanımsal kalıplar, belirli ülkelerin ihtiyaçlarına uygun ve doğru belirlemelerdir. Ancak her ülkenin ihtiyaçları farklıdır. Ve bir ölçü belirlenmesinde ihtiyaçların karşılanması esas alınmalıdır.

Egemen kapitalist ideolojide de aynı kalıpsal ölçüler esas alınmaktadır. ”Modern Dünya” değerlerinin ölçüt olarak ele alınması ve bütün ülkeleri bu değerlerle ölçüp eksiklikleri belirlemek ucube toplumların oluşmasına yol açmaktadır. Örneğin ülkemizde “Batıcılık “ adı altında batı taklitçiliği toplumumuzu kendi gerçekliğinden kopardığı gibi batı, doğu karması ucube bir topluma dönüştürmüştür. Bu durum Nasrettin Hoca’nın leyleğin bacak ve gagasın keserek kargaya benzetmesi durumudur. Ortaya çıkan ne karga ne de leylektir. Çünkü her toplum farklı olgulardan oluştuğu gibi farklı tarihsel gelişimi yaşamıştır. Her duruma uygulanan tek bir ölçüt dünyayı tek düze algılamak ve metafizik yaklaşımla her şeyi aynılaştırmak olacaktır.

Bireyleri veya toplumları belirleyen, oluşum koşulları, gelişim süreçleridir. Bu durum geleceği, doğru hazırlamayı sağlar. Zaten diyalektik, geleceği başarmak için somut şartların somut tahlilini zorunlu kılar

Gerçeği ortaya çıkarmak için, gerçeğin bütünlük içerisinde irdelenmesi zorunludur. Açıkladığımız gibi toplumsal her olgu diğer olgularla ilişki içerisindedir. Sosyolog bilim insanı İsmail Beşikçi’nin de belirttiği gibi “Tarihi ve toplumu inceleyenler; olguları, olgular arasındaki ilişkileri bir bütünlük içerisinde ele almalıdır. Bütün olguları ele almaksızın gerçekler ortaya çıkarılamaz. (Bilim Resmi ideoloji, Devlet, Demokrasi ve Kürt sorunu)

Bir sorun bütünlüklü ele alınırken hiç şüphesiz her dönemin gerçeği ve doğrusu o dönemin doğrusudur ve o günün koşullarında ele alınmalıdır. Hayatta her şey hareket halindedir ve doğru, göreceli ve anlıktır. Zaten Herakleitos’un “Aynı ırmağa iki defa girilmez” tarihi sözü bu hareketliliği çok güzel açıklamaktadır. Gerçeğe ulaşmak, her şeyden önce bugünü, dünde aramayı gerektirir. . Bugünün yaşananları, aslında tarih boyunca yaşanmışların somut bir ifadesinden başka bir şey değildir.

TAYFUN İŞÇİ

 

NOT= Bu yazı Tayfun İşçi’nin “Tarih Bizde Gizlidir” kitabından derlenmiştir)

Pin It on Pinterest