Halep kenti İslami cihatçı örgütlerden temizlendikten sonra; AKP yanlısı medya’nın ilgisini çekmez oldu. Düne kadar Halep’ten sıkça söz eden Halep’in kurtuluşu konusunda ahkam kesen AKP Hükümeti ve yandaş gazeteciler ve yazarlar, sus pus. AKP Hükümeti; Suriye halkının Türkiye’ye karşı nasıl bir öfke duyduğunu Türk halkının duymasını istemiyor. Halep kentinde bulunan İslami eser ve yapıların IŞİD çetesi tarafından nasıl harap edildiğinin görülmesi istenmeyenler içerisinde. AKP hükümeti Suriye’yi İşgal amacının “demokratik bir yönetim ve halka huzur sağlamak” olmadığını açığa çıkaracak en küçük maddi kanıtın Türk halkı tarafından görülmesini engellemek için gerekeni yapıyor. Bu konuda AKP iktidarına en büyük katkıyı yandaş medya veriyor.
Ama daha önemlisi; Türkiye’yi yıkıma götüren bir politikayı ısrarla sürdüren Recep Tayyip Erdoğan; Huzur getireceği vaadiyle onay istediği “tek adam” yönetiminin Türkiye’yi bir savaş alanına çevireceğini ve Türkiye’nin yarın gelebileceği duruma örnek olan harabe kentleri gözlerden uzak tutmak istiyor.
Ancak gerçekliğin izini süren demokrat, duyarlı, tutarlı gazeteciler var, Bu gazetecilerden biri de Fehim Taştekin.
Gazeteci yazar Fehim Taştekin, İslami cihatçı muhaliflerden kurtarılan Doğu Halep’i, ve Halep halkının Türkiye’ye nasıl baktığını yazdı. Recep Tayyip Erdoğan’ın, Suriye işgali başlarken “namaz kılmayı arzu ettiğini” açıkladığı ve sanki namaz kılmak istese Suriye Hükümeti izin vermeyecekmiş gibi bir algı yaratmak için; yapılması mümkün olan bir şeyi olağanüstü bir durumu gerçekleştirmek gibi göstererek işgali meşrulaştırmanın aracı yaptığı Emevi Cami’sinin şimdiki halini aktardı. İslamın tarihinde önemli bir yere sahip Emevi Camii işgal sürecinde İslami cihatçılar tarafından yakılıp yıkılmıştı. Fehim Taştekin bu yıkımı aktarırken “Halep’in hali beni çok sarstı. Doğrusu kahrola kahrola dolaştım; bu korkunç mirasa dair nasıl ve neden soruları anlamsızlaştı.” Diyor.
Halep’te Türkiye’ye karşı öfkenin hakim olduğunu ifade eden Taştekin, “Türkiye’ye karşı büyük bir öfkeyle karşılaştım. Türk olduğumuzu söyleyince bakışlar keskinleşiyor. “Türkiye bize bu kötülüğü neden yaptı?” sorusu en çok karşılaştığım soru” diye yazdı.
Al Monitör’de yayınlanan, “Halep: Vurulmuş tarih” yazısı belge niteliğinde bir metin.
FEHİM TAŞTEKİN Halep şehrinin ve halkın durumuna ilişkin gözlemini aktarıyor. Yazıda dikkat çeken somut veriler var.
“Halep’te ilk gittiğimiz Meridyen Otel’de hükümetin Halep’te toplanması nedeniyle yer yoktu. Otel müdürü, bir iyilik yapıp bize Riga Otel’i ayarladı. Kentin en iyi otellerinden biri. Eski Halep sınırındaki otel uzun süre çatışmalar nedeniyle işletilemedi. Otele vardığımızda Rus kontrolü ile karşılaştık. Hemen içeri alınmadık. Otel görevlilerine haber verildi. Kimsiniz, nereden geldiniz, neden geldiniz? Küçük bir alarm durumu. Otel Rus askerlerine tahsis edilmiş. Haliyle misafir beklenmiyor. Otel müdürü Meridyen Otel’in müdürünü aradı. Güvenlik birimlerine haber verildi. Belgelerimiz kontrol edildi. Epeyce teyitleşmeden sonra oda verildi. Su, elektrik, ısıtma, kahvaltı, çay-kahve servisi yok. Ama fiyat, bütün bu yoklardan bir cent bile etkilenmiyor: 110 dolar.”
(…)
ESKİ ŞEHİR: SANKİ MOĞOLLAR GEÇMİŞ
“Halep’te görmek için sabırsızlandığım ama daha gitmeden kahrını yaşadığım eski Halep’te geziye Emevi Camii’nden başlamak istedim. 2015’te bölünmüş yoldan camiyi görüntülemiştim. Caminin heybetinden geriye ne kaldı derseniz, cevap: El Harabe.
(…)
Kaleye nazır tarihi eserlerin önemli bir kısmı barbarlığın gadrine uğradı. Sanki 1260’da Halep’te taş üstünde taş bırakmayan Moğol Hanı Hülagu’nun askerleri yeniden kente uğramış ya da 1400’de 20 bin Halepli’nin kafatasından kule yapan Timur geri dönmüş gibi…”
(…)
Yıkılan binalar arasında Hüsreviye Camii, Han El Vezir, Adalet binası, El Şabani okulu, Nahasin hamamı, Yalbuğa El Nasri hamamı, Mihmandar Camii, Kemaliye Camii, El Zaviye El Sayadiye, Hotel Dar-Zamaria ve Sarraf Pazarı da var. Özellikle Türklerin merak ettiği Baron Otel ayakta. 1911’de Ermeni katliamından kaçan Malatyalı Mazlumyan ailesinin hanlarda kalmaktan bıkıp yaptığı otel, Osmanlı’nın çöküşü ve Suriye devletinin doğuşunda bütün askeri ve diplomasi trafiğine ev sahipliği yapmıştı. Atatürk, Cemal Paşa, Abdülnasır, Charles De Gaulle, Theodore Roosevelt, Pier Paolo Pasolini, Agatha Christie ve Lawrence gibi 20. Yüzyıl’da iz bırakan isimleri ağırlayan otelin son varisi Armen Mazlumyan geçen ocakta öldü. O ihtişamlı otel yıkılmasa da artık mazlum.
Konutların olduğu bölgedeki sokakları da ürpere ürpere arşınladım. Buraların da tarihi değeri yüksek. O güzelim evler dize getirilmiş. Mahalle sakinlerinden Ebu Ahmed “Evimi terk etmedim. Param yok, çekip gidemedim. Silahlı gruplar burayı işgal etti. Yıkımın sorumlusu onlardır. Bunları Türkiye destekledi, bizi mahvettiler” dedi. Peki “Ordu ağır silah kullanmadı mı?” diye sordum, tek kelimeyle yanıtladı: “Kullandı.”
Muhammed Ebu Zaid ise kimin sorumlu olduğuna dair şunları söyledi: “Evvela silahlı gruplar. Onlar gelmeseydi bunlar olmazdı. İkincisi çatışma yaşandı. Ordu da silah kullandı. (…) Burada varil bombası kullanılmadı.”
(…)
EMEVİ CAMİİ: HAYALDEN HARABEYE
Kale ve civarındaki turu tamamlayıp tekrar Emevi Camii’ne geldim. Şam’daki Emevi Camii gibi Halep’teki de Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ‘fetihten sonra’ Cuma namazı kılmayı düşlediği yerdi. Yeni Osmanlıların fetihçi metaforunda baş köşeyi alan camideki yıkım palmiye ağaçlarının bulunduğu bahçeden başlıyor.
Silahlı grupların camiyi ele geçirdiği sırada, 2012’de avlunun kuzeybatı duvarı, 2013’te de minaresi yıkılmıştı. Avlu ise bir cephe hattını andırıyor. Bazı bölümler yanmış; duvarlar ve tavan simsiyah. Avlunun dışa bakan kısımları bidonlar ve kum torbalarıyla tahkim edilmiş. Şadırvanın çatısı delik deşik; bir tarafı da kum torbalarıyla mevzilenmiş. Caminin doğuya bakan cephesi tam bir cephe görüntüsünde. Siperler yapılmış, karşı tarafa ateş açmak için kum torbalarının arasına borular yerleştirilmiş. Karşı taraf dediğim yine tarihi mekânlar. Caminin içinde de bütün pencereler kum torbaları ve bidonlarla kapatılmış. Minber kurşunlanmış. Duvar diplerinde ateş yakılmış. Birkaç sütun parçalanmış. Duvarlarda delikler açılmış. Caminin içinden güneydoğu tarafına, tarihi çarşıya açılan kapı havaya uçurulmuş.
Camiden geçilen Medine Çarşısı’nın girişindeki tavan çökmüş, yan duvarlar yıkılmış. 22 çarşı ve hanı içeren, uzunluğu 13 kilometreyi bulan Medine Çarşısı’nın ışıltılı ve hayat dolu koridorları artık bir kara dehlizden ibaret. Dükkânların içi boş. Hiçbirinde kapı ve çerçeve kalmamış. Bir kısmı zaten 2012’de çatışma sırasında yanmıştı. Bir çarşıda dörtlü roketatar, bir caminin avlusunda cehennem silahını görüntüledim.
Her binanın yasını tutsanız binlerce yıl alır. Araştırmacı Kemal El Cafa’ya “Sizce kadim kentin yıkımından kim sorumlu?” diye sordum, yanıtı şu oldu: “Ordu eski şehirde varil bombası ya da uçak kullanmadı. İlk başlangıçta silahlı gruplar bölgeyi ele geçirmek için tünellere patlayıcılar yerleştirerek patlattı. Çok ağır tahribat oluştu. Carlton Hotel’i havaya uçurmak için 500 kilo patlayıcı kullanıldı. Bu şekilde 13 büyük saldırı oldu. Bu patlamaların her biri dört buçuk-beş şiddetinde deprem etkisi yarattı. Sonra ele geçirdikleri yerlerden cehennem silahlarını ordunun kontrolündeki bölgelere fırlattılar. Hedef alınan yerler tarihi mekânlar. Bu bölgede sokak savaşları yaşandı.”
Halep’in hali beni çok sarstı. Doğrusu kahrola kahrola dolaştım; bu korkunç mirasa dair nasıl ve neden soruları anlamsızlaştı.
DOĞU HALEP: ÜRKÜTÜCÜ HAYALET
Türkiye, Rusya ve İran’ın başlattığı yeni süreç çerçevesinde silahlı grupların çekildiği mahalleler de savaşın ağır izlerini taşıyor. Bustan El Kasr, Şaar, Tarık El Bab, Miyesser, Fardos, Zebdiye ve Selahaddin gibi semtleri gezdim. Manzarayı ifade eden tek kelime: Yıkım. Bu semtler, dünyanın gündemini varil bombaları, enkaz altında kalan çocuklar, cesetler ve haykırışlarla işgal etti. Meselenin insani boyutu hatırlatıldığında yetkililerin yanıtı hazır: “Bu bölgelerden iki milyonu aşkın insanın yaşadığı Batı Halep’e her gün roket atılıyordu. Roketler yüzünden 11 bin insan öldü, 60 bin insan sakat kaldı.”
Bultan El Kasr’da ana yollarda yakılmış kamyon ve otobüslerle bariyer kurulmuş ya da keskin nişancılara karşı perdeleme yapılmış. Demir perdelerden birinde dik şekilde konulmuş üç otobüs kullanılmış. Bir başka bariyer üst üste konulmuş iki otobüsten oluşuyor.
(…)
Bustan El Kasr’da Ummu’l Hatice adlı kadın evini hiç terk etmediklerini, yokluk içinde beş yıl geçirdiklerini anlatırken insanların abluka altında açlıktan kırıldığına dair iddialarla ilgili şunu söyledi: “Aç kalan bizdik, silahlılar değil. Silahlı gruplar gelen yardımlara el koyuyor, bunları kendilerine bağlı kişilere dağıtıyor ya da satıyordu. Birçok insan mecbur kaldığı için onlara katıldı.”
Bustan El Kasr’da yaşlı bir çift evine davet etti. Karşı bina çökmüş, tavanlar çarşaf gibi sarkmış. Evin kadını “Nasıl yıkıldığını görmedim, biz silahlılar gelir gelmez çıktık. Bugüne kadar Halep Üniversitesi’nin yurdunda kaldık” dedi. Eşi ise “Kapıları sökmüşler. Suntadan kapı yaptım, kırılmış pencereleri mukavvayla kapattım” diye ekledi. “Su, elektrik ve ısıtma yok. Nasıl yaşayacaksınız?” diye sordum, yaşlı kadın “Evimiz var ya, yeter!” diye yanıtladı.
Şaar’da ise hava bombardımanlarıyla birçok bina yerle bir olmuş. Çatışmadan etkilenmemiş sokak neredeyse yok. Yavaş yavaş enkaz kaldırma çalışmaları başlamış.
Bazıları evlerini görmek için beş yıl sonra ilk kez mahalleye döndüklerini anlattı. Az sayıda insan evlerini hiç terk etmemiş. Kimileri az hasarlı evlerini yaşanabilir hale getirmenin derdindeydi.
Türkiye’ye karşı büyük bir öfkeyle karşılaştım. Türk olduğumuzu söyleyince bakışlar keskinleşiyor. “Türkiye bize bu kötülüğü neden yaptı?” sorusu en çok karşılaştığım soru.
(…)
Kimse silahlı grupların gölgesinde yaşadıkları günleri anlatmak istemiyor. Yakınları içeride ya da örgütte olanlar var. Bu suskunluğun nedeni bu olmalı. Bazıları insanların çaresizlikten aylık 50-100 dolar karşılığında silahlı gruplara katıldığını kaydetti. Orta yaşlarda iki adam, Şeyh Neccar’da deri fabrikasında çalıştıklarını, örgütlerin fabrikaları yağmalayıp Türkiye sınırına taşıdığını ve insanları canlı kalkan olarak kullanıldığını anlattı. Bir başkası abluka sürerken aç-susuz yaşadıklarını ama silahlı gruplarla birlikte hareket edenlerin fazla sıkıntı çekmediğini savundu. Bir kadın da bu örgütlerin gönderilen yardımlara el koyduğunu ve sadece kendilerini destekleyen ailelere dağıttıklarını belirtti. Bir iki kişi silahlı grupların abluka altındaki bölgeden çıkmalarına izin vermediğini, kaçmaya çalışanlara da ateş açtıklarını ifade etti. ”